Tbt gününde oldukça geç kalınmış bir gezi yazısı yayınlıyorum. Bir arkadaşımla 6 yıl önce Toulouse'dan bindiğimiz trenle 6 saatte varmıştık Paris'e... Yolda giderken yolda gördüğümüz, nehirler, yemyeşil alanlar gözümüzü ve ruhumuzu doyurmaya yetti. Akşama doğru vardığımız tren garından direk şehrin haritasını ve metro ağını gösteren haritayı aldık. Kalacağımız yere eşyalarımızı bırakarak direk Eyfel kulesine gittik. Nedendir bilinmez Eyfel kulesini görür görmez istemsiz bir sevinç çığlığı çıkıveriyor, bunu bizden sonra gelenlerde de gördük.
Ertesi gün gezimize Notre Dame Katedralinden başladık. Upuzuun bir kuyruk vardı, sabrettik ve içine girdik. Şansımıza arkamızda bekleyen bir Türk gruptu ve rehberleri varı biz de o rehbere kulak vererek katedral hakkındaki bilgileri aldık.
Katedral oldukça heybetli duruyor, dış cephesinde heykeller oldukça ayrıntılı, dantel gibi işlenmiş desek yeridir. Tabi malum bu sene bir kısmı yandı şimdi ne durumdadır merak ediyorum. Katedralden çıkınca sağ tarafta hediyelik eşya satan bir sürü dükkan var. Burada bir sürü magnet, kar küresi ve eyfel simgesi bulabilirsiniz, ama turistik yerlere uzak bölgelerde daha ucuza bulmak mümkün.
Daha sonra Le Grande Mosquée de Paris şeklinde yazılan Paris Ulu
Camiini görmek istedik. Tabi o zamanlar google haritalar varsa da bizde akıllı telefon yok :) bulmamız epey zor olmuştu, karşımıza çıkan 2 Arap 1 Türk'ten yardım isteyerek yanlış yollardan saparak güç bela ulaşmıştık, ama yanlış yollara sapmamız bizim için bir hayra vesile olmuş yan tarafında bulunan mağribi kahvesini görmüştük. Paris Camii mimarisi klasik Kuzey Afrika mimari formlarını bünyesinde barındırıyor. Kare bir minare ve cami içindeki eşsiz çiniler... Bir de güllerle dolu bahçesi... Camiyi gezdikten sonra soluğu yan taraftaki sanırım Cezayirlilerin işlettiği kahvede aldık ve nane çayı sipariş ettik. Daha sonra da nane çayı içtim ama orada içtiğimiz kadar güzelini bir daha içmedim. Kahvehanenin oldukça egzotik bir havası vardı, masa ve sandalyelerde çini desenleri vardı. Oradan ayrıldıktan sonra ismini şuan hatırlamadığım bir botanik bahçesine gittik, sanırım bir botanik okuluydu. Az biraz doğa sevginiz bitki merakınız varsa muhakkak uğrayın derim.
Daha sonra Seine nehri kıyısına kadar yürüyüp ağaçların altında nehir kenarında oturarak muhabbet ettik. Orada oturmak muhabbet etmek oldukça hoş bir tat bırakan anılardan biriydi. Daha sonra aramıza bir arkadaşımız daha katıldı ve gezimiz iyice şenlendi. Bundan sonraki rotamız aşıklar köprüsü olarak bilinen Pont des Arts idi. Üstünde belki yüz binlerce kilit bağlanmıştı. Aşıklar isimleri yazılı kilitleri buraya bağlayıp anahtarları nehre atıyormuş, bu kilitler yüzünden köprü yıkılma tehlikesi geçiriyormuş. Yıkarsa dünyayı aşıklar yıkacak zaten :D
Paris'in şöyle bir özelliği var ki sadece nehir kenarında yürüyerek bir sürü yeri gezmiş oluyorsunuz. Biz de yürümek yerine tekne turuna katıldık ve nehir kenarındaki tüm yapıları rehberin hem Fransızca hem İngilizce anlatımı eşliğinde görmüş olduk. Tabi bilhassa içini görmek istediklerimize bilahere uğradık. Genellikle Paris insanının soğuk olduğu söylenir. Ancak belki bizim gittiğimiz zaman dilimi turizm sezonuna denk geldiğinden belki hep mutlu turistlerle muhatap olduk ve oldukça güzel ve neşeli zamanlar geçirdik.
Tekne turundan sonra Louvre müzesine gittik ancak henüz yeni mezunduk ve birazcık züğürttük o yüzden parası biraz fazla gelmişti he bir de Avrupa Birliği vatandaşı olmayanlara daha pahalıydı bu da biraz kalbimizi kırmıştı, neticede girmedik. Pişman mıyım? Evet...
Daha sonra Concorde meydanına gittik. Kocaman bir havuz ve yanında sanki uzanıp hayallere dalalım şeklinde yapılmış sandalyeler vardı. Burada geçirdiğimiz rahatlatıcı vakitlerden sonra
Champs-élysées'i yani Şanzelize'yi aramaya koyulduk. Meğer zaten cadde boyunca yürüyormuşuz. Zaten Şanzelize'de olduğumuzu anlayınca hee bu muymuş yaa demiştik. Belki alışveriş severler için bir anlamı vardır ama benim için turistik bir değeri yoktu açıkçası. Cadde üstünde kafelerden birine oturup aperatiflerimizi yerken bir dede geldi yanımıza çat pat İngilizcesiyle bizimle konuşmaya çalıştı, yalnızlıktan bize dadanmıştı sanırım, doğrusu acıdık adamcağızın haline, orada yaşayan arkadaşlar yaşlıların hep böyle olduğunu yalnız oldukları için konuşmaya çalıştıklarını söylemişti.
Fransız devriminin sembolü olan Arc de Triomphe diye anılan zafer takını gördükten sonra yine Eyfele gidip gece ışıklandırmasını seyrederek günü bitirdik. Zafer takının tepesine çıkılıyormuş ve hediyelik eşya alınabiliyormuş ama biz gitmedik, tıpkı Eyfel'in tepesine çıkmadığımız gibi. Vakti bol olanlar için bunlar bir seçenek olabilir.
Ertesi gün aramıza sonradan katılan arkadaşla aynı yerleri tekrar gördükten sonra Versailles Sarayını görmek için trene bindik, uzun bir yolculuktan sonra Saraya ulaştık ama ne yazık ki geç kalmıştık. Sadece bahçesini görebildik o da tadilattaydı. Siz siz olun gezinizde müze gibi yerleri önceleyin. Versailles sarayına gitmek için geç yola çıkmak benim Paris hakkındaki 2. pişmanlığımdır, 3.sü ise Sacre Coeur'a gitmemek... İşte buna çok üzülüyorum. Sacre coeur ve onun bulunduğu ressamlar tepesi tam benim seveceğim tarzda bir yerdi halbuki. O zaman araştırarak gitmemiştik ve sadece yürüyerek gezmeyi planlıyorduk. Bir şehri araştırmadan yürüyerek gezmek de sürprizlerle karşılaşmayı sevenler için güzel olabilir ama böyle olumsuz neticeleri de olabiliyor. O günden sonra bir daha planlama yapmadan gezmedim diyebilirim. (Tvsiye üstüne Venedik hariç ondan da pişman oldum zaten)
Başka yazılarda görüşmek üzere şimdilik hoşçakalın.
Notre Dame |
Katedral oldukça heybetli duruyor, dış cephesinde heykeller oldukça ayrıntılı, dantel gibi işlenmiş desek yeridir. Tabi malum bu sene bir kısmı yandı şimdi ne durumdadır merak ediyorum. Katedralden çıkınca sağ tarafta hediyelik eşya satan bir sürü dükkan var. Burada bir sürü magnet, kar küresi ve eyfel simgesi bulabilirsiniz, ama turistik yerlere uzak bölgelerde daha ucuza bulmak mümkün.
Daha sonra Le Grande Mosquée de Paris şeklinde yazılan Paris Ulu
Paris Camii minaresi |
Daha sonra Seine nehri kıyısına kadar yürüyüp ağaçların altında nehir kenarında oturarak muhabbet ettik. Orada oturmak muhabbet etmek oldukça hoş bir tat bırakan anılardan biriydi. Daha sonra aramıza bir arkadaşımız daha katıldı ve gezimiz iyice şenlendi. Bundan sonraki rotamız aşıklar köprüsü olarak bilinen Pont des Arts idi. Üstünde belki yüz binlerce kilit bağlanmıştı. Aşıklar isimleri yazılı kilitleri buraya bağlayıp anahtarları nehre atıyormuş, bu kilitler yüzünden köprü yıkılma tehlikesi geçiriyormuş. Yıkarsa dünyayı aşıklar yıkacak zaten :D
Paris'in şöyle bir özelliği var ki sadece nehir kenarında yürüyerek bir sürü yeri gezmiş oluyorsunuz. Biz de yürümek yerine tekne turuna katıldık ve nehir kenarındaki tüm yapıları rehberin hem Fransızca hem İngilizce anlatımı eşliğinde görmüş olduk. Tabi bilhassa içini görmek istediklerimize bilahere uğradık. Genellikle Paris insanının soğuk olduğu söylenir. Ancak belki bizim gittiğimiz zaman dilimi turizm sezonuna denk geldiğinden belki hep mutlu turistlerle muhatap olduk ve oldukça güzel ve neşeli zamanlar geçirdik.
Tekne turundan sonra Louvre müzesine gittik ancak henüz yeni mezunduk ve birazcık züğürttük o yüzden parası biraz fazla gelmişti he bir de Avrupa Birliği vatandaşı olmayanlara daha pahalıydı bu da biraz kalbimizi kırmıştı, neticede girmedik. Pişman mıyım? Evet...
Daha sonra Concorde meydanına gittik. Kocaman bir havuz ve yanında sanki uzanıp hayallere dalalım şeklinde yapılmış sandalyeler vardı. Burada geçirdiğimiz rahatlatıcı vakitlerden sonra
Champs-élysées'i yani Şanzelize'yi aramaya koyulduk. Meğer zaten cadde boyunca yürüyormuşuz. Zaten Şanzelize'de olduğumuzu anlayınca hee bu muymuş yaa demiştik. Belki alışveriş severler için bir anlamı vardır ama benim için turistik bir değeri yoktu açıkçası. Cadde üstünde kafelerden birine oturup aperatiflerimizi yerken bir dede geldi yanımıza çat pat İngilizcesiyle bizimle konuşmaya çalıştı, yalnızlıktan bize dadanmıştı sanırım, doğrusu acıdık adamcağızın haline, orada yaşayan arkadaşlar yaşlıların hep böyle olduğunu yalnız oldukları için konuşmaya çalıştıklarını söylemişti.
Fransız devriminin sembolü olan Arc de Triomphe diye anılan zafer takını gördükten sonra yine Eyfele gidip gece ışıklandırmasını seyrederek günü bitirdik. Zafer takının tepesine çıkılıyormuş ve hediyelik eşya alınabiliyormuş ama biz gitmedik, tıpkı Eyfel'in tepesine çıkmadığımız gibi. Vakti bol olanlar için bunlar bir seçenek olabilir.
Başka yazılarda görüşmek üzere şimdilik hoşçakalın.
Yorumlar
Yorum Gönder